Got To Give It Up

Philomena banyo yapmak için odaya girdiğinde bir rahibe ile aynı çalışma evinde kalan başka bir kadının bağırmasını duydu.

"Niye ben yapacakmışım? Git zencinin anasına söyle, o yapsın bu aşağılık işi!'

Philomena ilk defa oğluna zenci anlamına gelen ve onur kırıcı bir sözcük olan "nigger" dendiğini duymuştu.

Banyoya girmeden önce çimenlerin üzerinde duran ve içlerinde evlilik dışı doğmuş çocukların olduğu beşiklere yaklaşıp, çocukları inceleyen çiftler dikkatini çekmişti.

Bu çiftlerden biri içinde oğlu Philip'in olduğu beşiğin yanında durmuş, kadın ve kocası çocuğa uzun uzun ve dikkatli bir biçimde bakmaya başlamıştı.

Philomena yanındaki arkadaşına dönüp sordu:

"Ne istiyor bunlar benim Philip'imden?"

Arkadaşı gülüp cevap verdi.

"Bunlar evlat edinecek bir çocuk arıyorlar, aptal. Dua et de senin çocuğunu alsınlar. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu bu."

Hayat Philomena için bu çalışma evi dedikleri yerde gerçekten bir cehennem gibiydi.

Kendine bakamayanların kalacak bir yer ve yiyecek karşılığında çalıştıkları bu evde Philomena gibi on sekiz tane daha evlilik dışı çocuk doğurmuş kadın vardı.

Ama sadece Philomena'nın çocuğu siyahiydi.

Bu yüzden işlerin en kötüleri ona veriliyor, diğer kadınlar ve rahibeler dahil herkes onu devamlı dövüyordu.

Çocuğu siyahi olduğu için o hiç bir değeri olmayan bir çöptü.

Ama oğluna nigger denmesi bardağı taşırmıştı.

Odadan çıktı ve oğluna nigger diyen kadına bir tane çaktı. Kadın karşılık verince de onu eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Odadaki rahibe de Philomena'ya vurmaya başladı. Philomena onu da evire çevire dövdü.

Diğer rahibeler araya girdi ve Philomena'ya kiliseye gidip, tanrıya onu affetmesi için yakarmasını söylediler.

Philomena kiliseye gitti ama dua etmek yerine sunağa çıkıp, bağırmaya devam etti.

Evin yöneticileri ona sakin olmasını söylediler ve önüne imzalaması için bir kaç sayfa kağıt getirdiler.

"İmzala bunları Philomena, sonra buradan çıkıp, İrlanda'ya dönebilir, istediğin gibi yaşayabilirsin."

"Bu kağıtlar ne?" diye sordu Philomena.

"Philip'i evlatlık olarak verebilmemiz için gerekli bu kağıtlar."

Philomena, "Philip benim oğlum, o bir eşya değil ki. Nasıl veririm onu?" diye bağırıyordu.

Koşarak yatakhaneye gitti, Philip'i de alıp, yangın merdiveninden yukarı çıktı.

Herkes onun, çocuğu ile birlikte atlayarak intihar edeceğini düşünmüştü.

Philomena'nın ise başka bir planı vardı. Ertesi gün on sekiz yaşına basacaktı ve o zaman kimsenin oğlunu elinden alamayacağını biliyordu. Sadece bu geceyi atlatması gerekiyordu.

Philomena o geceyi atlattı.

Philip'in babası Cecil, İngiliz Guyana'sından bir zenciydi. Hava kuvvetlerinde görevliydi. Beyaz bir kadınla beraber olduğu anlaşılınca 1948 yılında Birmingham'dan Londra'ya sürmüşlerdi. Philomena ise bundan habersiz, Cecil'in ilişkiden sıkılıp, kaçtığını düşünmüştü.

Bir kaç ay sonra hamile kaldığını anladı ve Philip doğdu. Philomena da kendisini bu gayri meşru çocuk annelerinin kaldığı çalışma evinde buldu.

Philomena o gecenin sonrasında Cecil'i buldu ve Cecil'e olan biteni anlattı. Adam üzülmüş, Philomena'ya niye hamile olduğunu öğrendiğinde ona haber vermediğini sormuştu.

Cecil çocuk için Philomena'ya yardım etmeyi kabul etti. Philomena da Manchester'a taşındı ve sekiz yaşına kadar Philip'e burada baktı.

O günün İngilteresindeki slogan "Zenciler, İrlandalılar ve köpekler giremez" olduğundan 1957 yılında Philomena oğlunu Dublin'e, annesi ve babasının yanına gönderdi.

Hayatının bir cilvesi, Philomena ilerleyen yıllarda iki çocuk daha yaptı ve Philip'in aksine, bunları evlatlık verdi.

İrlanda, Philip için daha güvenli bir yerdi. Siyahi bir çocuk, İrlanda'nın gerisiyle oldukça belirgin bir kontrast oluştursa da, karşılaştığı ırkçılık, İngiltere'ye göre çok daha azdı.

Gerçek bir İrlandalı olarak büyüdü ve ülkesine hep bağlı kaldı.

Philip, annesinin Lynott olan soyadını almıştı ancak babasının soyadı olan Parris'i de ikinci ismi olarak kullandı.

Peynir kadar beyaz İrlanda, bu kara tenli, zenci sesli, zenci saçlı, zayıf, incecik oğlandan bir yıldız yaratacak, ona İrlanda'dan çıkmış en iyi müzisyen sayıp, Dublin'e koca bronz bir heykelini dikecekti.

Phil, 1965 yılında Black Eagles isimli gruba vokalist olarak katılıp, Dublin'de, kulüplerde zamanın popüler şarkılarını söyledi. Burada devam ettiği okulda da davulcu Brian Downey ile tanışıp, arkadaş oldu.

1967 civarlarında Kama Sutra isimli bir grupta vokalist olarak seyirciyle etkileşim yeteneklerini geliştirdi.

Phil, 1968 yılında Skid Row gurubundan (Amerikan heavy rock grubu Skid Row değil) bas gitarist Brendan Shiels ve Brian Downey'in kabul etmemesi yüzünden davulu alan Noel Bridgeman ile birlikte yine zamanın popüler şarkılarını çalan bir orkestra kurdu. Phil bir enstrüman çalmayı bilmediğimden solo anlarımda eko yardımıyla müziği kendi sesiyle mırıldanıyordu. Sahne hayatının gerisinde sürdüreceği, gözlerinin altına ayakkabı boyası sürme adetine de bu günlerde başlamıştı.

Gurubun gitaristi Guinness fabrikasında (burada bu birayı çok seven, ebediyete intikal etmiş bir dostumu yad edeyim) full time bir iş bulup ayrılınca, yerini yine Belfast'lı bir gitarist, Gary Moore almıştı.

Phil'in çok ilginç bir sesi olmasına rağmen şarkı söylerken zaman zaman detone oluyordu. Problemin bademciklerinde olduğunu anlayınca tedavi olmak için geçici olarak grubu bıraktı. Döndüğünde ise vokali Shiels'in aldığını gördü.

Shiels bir dostunun ayağını kaydırdığı için üzgün, ilerde müzik hayatına yalnız devam edebilsin diye Phil'e bas gitar çalmayı öğretti.

Phil, Brian Downey ile birlikte Orphanage isimli bir gurup kurdu. Burada yine vokaldeydi ve bas öğrenmeye devam ediyordu.

1969 yılımda artık yeteri kadar bas gitar çalabileceğine inanmış, yine Brian Downey ile birlikte, yanlarına gitarist Eric Bell ve klavyeci Eric Wrixon'u alıp yeni bir gurup kurdu.

Dandy isimli bir çizgi romandan Tin Lizzie adında bir karekterden esinlenip, guruplarının ismini Thin Lizzy koydular. Rivayete göre Tin'e ekledikleri "h" Dublin aksanını sembolize ediyormuş.

İlk single'larından sonra klavyeciyi atıp, yollarına üç kişi devam ettiler.

İkinci albümleri Shades of a Blue Orphanage'dan sonra Phil az daha Thin Lizzy'i terk edecekmiş. O aralar Ian Gillan ile papaz olan Ritchie Blackmore, davulcu Ian Paice ile birlikte Baby Face isimli yeni kuracakları gruplarına bir vokalist arıyorlarmış. Phil ve Ritchie beraber çalmışlar, aslında fena da gitmemiş ama Phil, kendi grubumda lider olmayı başka bir grupta bir şarkıcı olmaya tercih ederim demiş ve Thin Lizzy ile yoluna devam etmiş.

Thin Lizzy ilk çıkışını 1973 yılında bir İrlanda folk şarkısı olan Whisky In The Jar ile yaptı.

Eric Bell bu esnada gruptan ayrılmış ve yerini sonradan gruptan yüz elli sekiz kere ayrılıp, üç yüz kırk dokuz kez yeniden katılacak Gary Moore'a bırakmıştı.

Ancak bence grubun yükselişini tetikleyen en önemli değişim, Amarikalı gitarist Scott Gorham'ın gruba katılması oldu. Gorham'ın kız kardeşi Supertramp'in davulcusuyla evliymiş ve bu vesileyle İngiltereye gelmiş. Bu adamın gitarını gerçekten çok severim. Phil'in gerisinde kalmış gibi görünse de Gorham, Thin Lizzy'yi Thin Lizzy yapan çok önemli bir karakterdir bence.

Önce Bell'in, sonra da Moore'un ayrılması Phil'in grubun yapısını değiştirmesine yol açtı. Phil gurupta iki gitarist olsun istemiş ki, biri kaçarsa, turneleri kalan gitarist ile bitirebilsinler.

Böylece Gorham ile birlikte gitarcı Brian Robertson da gruba dahil oldu.

Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Grupta iki gitar olunca bu arkadaşlar da normalde akıllarına gelmeyecek ilginç fikirleri uygulamaya başlamışlar.

Bir gün stüdyoda bir teknisyen aynı gitar kaydını bir iki mili saniye gecikmeyle aynı melodinin üstüne çalmış ve ortaya çok ilginç bir sound çıkmış. Eh, grupta iki gitar olunca da Gorham'ın fikriyle bu efekti sahnede canlı yapmaya başlamışlar ve ortaya Thin Lizzy’nin alameti farikası olan harmonize gitar riff'leri çıkmış.

Sonraki hit'leri The Boys Are Back in Town, Thin Lizzy'nin adını müzik dünyasının ölümsüzleri arasına yazdırdı.

Thin Lizzy'nin öyküsünün buradan sonrası tüm müzikseverlere malum sevgili arkadaşlar.

Still In Love With You, Don't Believe A Word, Waiting For An Alibi, Thunder And Lightning, Killer On The Loose, Emerald, Cold Sweat, Chinatown, Rosalie, Dancing On The Moonlight herhalde rock müziğini seven herkesin bileceği ya da dinlediklerinde hatırlayacağı mükemmel şarkılar.

Ancak rock dünyasının geleneksel hastalığına Thin Lizzy de bağışıklı değildi. Gurup 1980,lerde başlayan uyuşturucu kullanımı yüzünden çatırdamaya başladı ve Lynott 1983'de gurubu dağıttı.

Gorham uyuşturucu tedavisinden galip çıkmış, ancak Phil Gorham kadar şanslı olamamıştı. 1986 yılımda, daha 36 yaşımdayken hayata gözlerini yumdu.

Hala hayatta olan annesi Philomena neredeyse her gün mezarına gidip, ağlıyormuş.

İşte bir çalışma evinde başlayıp, mezarlıkta biten acıklı bir öykü sevgili arkadaşlar. Öykünün içine de rock dünyasının bir efsanesi sıkışmış böyle. Ancak bunca başarı, bunca yetenek ve bunca mücadele, uyuşturucu gibi, artık kullananın sonunu hiç değişmeksizin getiren bir melanetin yüznden çöpe gitmiş.

Kimseye şunu yap, bunu yapma demeyi sevmem. Hiç uyuşturucu kullanmadım ama günde paketlerce sigara içerdim. Dokuz sene oldu bırakalı. Yine abartılı biçimde alkol içerdim, şimdi sadece şarap içiyorum. Diyeceğim o ki, yazık etmeyelim kendimize. Bizi sevenleri düşünelim, uzak duralım bunlardan.

Phil de alkol ve uyuşturucunun sonunda olacakların farkındaydı. Bunun için de aşağıdaki şarkıyı yazdı zaten. Eğer şarkıda dilediğini yapabilseydi, bugün belki de hala müzik yapıyor olacaktı.

Akşamın şarkısı "Got To Give It Up", yani "Bırakmam Lazım Bu Mereti".

Thin Lizzy'nin başka çok güzel şarkıları var ama herhalde öykümüzle birlikte en iyi bu giderdi.

Geceniz dumansız, alkolsüz, ama en önemlisi uyuşturucusuz olsun. Ancak şarap serbest tabi 😛🍷🎸

Thin Lizzy müptelası Hakan'ın kulaklarını çınlatarak...

Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti,
Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti.

Anneme söyleyin, babama da,
O genç güzel oğulları hayatta çok ilerleyemedi,
Sadece bir şişenin sonuna kadar gelebildi,
Kötü bir barda otururken.

Çok çabaladı ama hevesi kaçtı,
Çok çabaladı, neredeyse boğazı düğümlenene kadar,
Sonunda kaybetti,
Şişesini bile hala içerken.

Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti,
Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti.

Kardeşime söyleyin, ona yazmaya çalıştım,
Kalemi elime aldım ama korktum,
Doğru kelimeleri bir türlü gelmedi,
Doğru, gerçekten doğru

Kız kardeşime söyleyin, yavaş yavaş batıyorum,
Arada bir burnumu pudralıyorum (esrar çekiyorum),
Sonunda şişemi kaybettim,
Bir kavunun içinde kırıldı (olasılıkla bir kadının memesini kast ediyor).

Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti,
Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti.

Artık daha sertlerini kullanıyorum,
Bir an geldi, gözüm doymuyordu,
Ama uyandığımda etkisi geçiyor,
Pislikle daha ileri gidilmez ki.

Anneme söyleyin, eve dönüyorum,
Kendi gençliğimde yaşlanıyorum,
Zannedersem kontrolümü de kaybettim,
Anne, eve dönüyorum.

Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti,
Bırakmam lazım, bırakmam lazım bu mereti.

===

I've got to give it up I've got to give it up
That stuff
I've got to give it up I've got to give it up
That stuff

Tell my mama and tell my pa
That their fine young son didn't get far
He made it to the end of a bottle
Sitting in a sleazy bar

He tried hard but his spirit broke
He tried until he nearly choked
In the end he lost his
Bottle drinking alcohol

[Chorus]

Tell my brother I tried to write and
Put pen to paper but I was frightened
I couldn't seem to get the words out right
Right quite right

Tell my sister I'm sinking slow
Now and again I powder my nose
In the end I lost my bottle
It smashed in a casaba

[Chorus: x2]

I've been messing with the heavy stuff
For a time I couldn't get enough
But I'm waking up and its wearing off
Junk don't take you far

Tell my mama I'm coming home
In my youth I'm getting older
And I think its lost control
Mama I'm coming home


Comments

Popular posts from this blog

Bawitdaba

The Best Is Yet To Come

Drift Away