La Bohème

Paris dünyanın en güzel, en romantik şehirlerinden biridir sevgili arkadaşlar. Ancak bana sorarsanız bu cazibe ve romantizmini Eyfel Kulesi ya da Zafer Anıtı gibi turist noktalarına değil, bir şehir olarak bir ruhu, bir enerjisi olmasına borçludur.

Eyfel Kulesine çıkar, Zafer Anıtındaki Meçhul Asker meşalesinin önünde de bir resim çektirir, bir de Mona Lisa'yı görüp eve döner, sonra da Paris'i gördüm diyebilirsiniz.

Bunda da bir problem yok elbette. İlk Paris'i gördüğümde size yukarda yazdıklarımın bire bir, tamamen aynısını yapmıştım.

Ancak bize iki buçuk saat yakınlığından ötürü, Paris'e birden fazla, hatta çok çok daha fazla gitme şansım oldu. Bundandır, bu kenti gezip görmenin ötesinde, deyimi yerindeyse biraz ruhunu da koklayabildim.

Paris'i bu kadar cazibeli ve romantik bir kent yapan da işte bu ruhu sevgili arkadaşlar. Bir şeyleri görmeyi bırakıp, bir şeyleri yaşayabilmek için bu güzel şehre geldiğinizde, Paris'in tadını çıkarıyorsunuz işte böyle.

Örneğin Avenue des Champs-Élysées'de yürüyüp, Louis Vuitton yerine bir sokak cafe'sinde bir kahve içmek, Saint-Michel'de küçük bir öğrenci lokantasında, kötü bir bardak kırmızı şarap ile bir Fransız bifteği yemek, Sen nehri üzerinde, Bateaux-Mouches ile bir nehir turu yapmak, metroya binip Parizyenlere karışmak, bu kenti anlamanın ilk adımları.

Bu listenin belki de en önemli maddesini bilerek en sona sakladım.

Çünkü bu akşamımızın konusu, Paris'in ruhunu hissetmenin en kritik noktalarından biri olan Montmartre.

Montmartre, Paris'de bir semt.

Montmartre'ın alt bölgeleri günümüzde olmasa da on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar çok renkli, çok ünlü gece kulüpleriyle doluymuş. Filmlerden hatırlayabilirsiniz, Chat Noir yani Karakedi, Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen kulüpleri hep buralarda.

Buffalo Bill bile te Amarikalardan gelip, bu mekanlarda kabare seyredermiş. Gece kulübü falan diyoruz da, buraları bizim anladığımız şekliyle pavyon tabi.

Ben Moulin Rouge'da bir kabere izlemeyi çok istiyorum. Kan kan dansının doğduğu yerler buraları. Bakalım, dünya gözü ile görebilecek miyim, çünkü buralara geldiğimizde genellikle ya yanımızda misafirler olur, ya da zamanımız kısıtlıdır.

Pigalle isimli bu bölgede günümüzde gece kulüplerinin yanlarında sex shoplar, ayıp sinemalar, dönerciler, kebapçılar falan var. Gidip, gezinmekte hiç bir problem yok ama yukarda romantik şehir falan diye çok üsteledim, eğer amacınız romans ise karınızı, kocanızı alıp gitmeyin Montmartre'ın aşağılarına. Bu bölgede başımdan geçmiş üç beş olay var ki, sizlere bunları yazabilmek için alkol seviyemin bayağı yükselmesi lazım. Ancak tavsiye ederim, beni şarap ile tavlayıp konuşturun, hep beraber bol bol güleriz.

Neyse. Konumuz Pigalle değil.

Paris'in en yüksek noktası olan Montmartre ile aynı isimli bir tepe de bu semtin sınırları içinde bulunuyor. Bu 'tepenin' tam 'tepesinde' de herhalde çoğunuzun bileceği, ya da görünce hatırlayacağı Sacré-Cœur isimli kilise var.

Sacré-Cœur, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kiliselerden biridir sevgili arkadaşlar. Notre Damme falan yanında halt etmiş sizin anlayacağınız.

Bizim Pamukkale gibi, taşların yapısı nedeniyle yağmur yağdıkça çamaşır suyu misali, bütün dışı süt beyazı rengine bürünüyor. O kadar beyaz ki, güneşli bir günde parlaklığı nedeniyle fotoğrafını zar zor çekebiliyorsunuz.

Montmartre'nin kalbi ise Sacré-Cœur kilisesinin hemen yanındaki bir meydan ve etrafımdaki restoran ve cafe'lerde atar sevgili arkadaşlar.

Meydan ressamlarla dolu. Tuvalleri, boyaları, sigaraları, pipoları, konyakları falan, artık aklınıza ne gelirse açık havada kendilerinden geçmiş, resim yapıyorlar. Hepsinin üstü başı kirli, yırtık pırtık giysileri, altları mosmor, içleri kıpkırmızı gözleriyle sanki etraflarında başka kimse yokmuş gibi sanatlarına dalmışlar.

Etraftaki cafe'lerden birisine giriyorsunuz, yine İkinci Dünya Savaşı filmlerinden fırlamış, Vive la Résistance bir Fransız garson kız, önce masanızı siliyor sonra da sizi kırk yıldır tanıyormuş gibi sohbete başlıyor. Saatin kaç olduğuna bağlı olarak ya kahve ve croissant'ınızı, ya da bir bardak şarabınızı söyleyip, kim bilir sokakta kimin çaldığı bohem bir müzikle kendinizi bu büyülü ortama bırakıyorsunuz.

Siz şarabınızı içerken yine yolda görseniz dilenci diye eline bir Frank sıkıştıracağınız biri omuzunuza dokunuyor. Elinde bir tahta tablet, üstünde de artık köşeleri buruşmuş çizim kağıtları. Ufak bir ücret karşılığında siz içkinizi içerken karakalem portrenizi çiziyor.

Biz Paris'e her geldiğimizde, eğer yürümesi imkansız bir sağanak yağış falan yoksa mutlaka Montmartre'a geliriz. 🐝Mezzy🐝 daha altı aylık bile değilken buradaydık, başka bir kez bir 1 Ocak sabahında, başka bir kez...

Montmartre bugün böyle bir yer, ancak yakın geçmişte size yukarda tasvir etmeye çalıştığım bohem havası tepe noktasındaymış. Eline fırçasını, boyasını, tuvalini alan ünlü, ünsüz, bir çok ressam Monmartre'a gelmiş, parasızlıktan aç kalmış, evsiz kalmış, ama sanatlarını icra etmişler.

Kısaca bir bakalım kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan.

Van Gogh, Picasso, Monet, Renoir, Amedeo Modigliani, Edgar Degas, Henri de Toulouse-Lautrec, Suzanne Valadon, Piet Mondrian, Camille Pissarro, vesaire, vesaire. Çok sanat tarihi olmayalım, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Montmartre nasıl bir yermiş, gözünüzde canlandı her halde.

Montmartre deyince akla bir kelime gelir arkadaşlar.

Bohem!

Bu sözcük Türkçede de var. Biraz hassas bir çeviri yapmak istersek berduş, gamsız, avare sanatçı gibi bir şeyler diyebiliriz.

Fransız müziğinin temel taşlarından biri olan gecemizin şarkısı da aynı ismi taşıyor.

La bohème.

Söyleyen de geçenlerde hayata gözlerini yuman ermeni asıllı bir müzik devi Charles Aznavour.

Aznavour, bu şarkısında genç bir ressamken hayatının bir bölümünü geçirdiği Montmartre'ı anan bir sanatçıyı anlatıyor bize.

Geceniz güzel olsun ❤️

Size geçmişten bahsedeyim biraz,
Gençler bilemez bunu,
O zamanlar Montmartre'da leylaklar asılırdı,
Penceremize kadar hatta.
Mütevazi tek odamız, aşk yuvamız,
Çok bir şeye benzemese de,
Burada tanışmıştık,
Ben açlıktan bağırır, sen ise bana çıplak poz verirken.

Bohem, bohem, bu o kişi mutludur demekti,
Bohem, bohem, sadece iki günde bir karnımız doyardı.

Komşu cafeler için bizler,
Aç karınlarıyla şöhreti kovalayan gariplerdik,
Ama sefil olsak da inancımızı kaybetmedik.
Bir cafe sıcak yemek karşılığı bir tablo istediğinde,
Sevinçten şiirler okuyup, ocağın etrafında toplanır,
Kışı unuturduk.

Bohem, bohem, bu o kişi güzeldir demekti,
Bohem, bohem, hepimiz birer dahiydik.

Çoğunlukla resim sehpamın başımda,
Uykusuz geceler geçirirdim,
Göğüslerin bir çizgisini,
Kalçanın bir şeklini düzeltir,
Tabloyu rötuşlardım,
Ve ancak sabah olduğunda,
Bitkin ancak mutlu,
Bir sütlü kahvenin önünde oturabilirdim (dinlenebilirdim),
Şart mıydı birbirimizi ve hayatı bu kadar çok sevmemiz?
(Burada acayip bir teşbih var ama kırık Fransızcama bir numara büyük geliyor, Jelena da uyuyor, o yüzden doğrudan tercümesini yazıyorum, mealini idare edelim lütfen 😛)

Bohem, bohem, bu o kişi gençtir demekti,
Bohem, bohem, hepimiz zamanı yaşıyorduk.

Bazen kafam attığında,
Dışarı çıkar,
Eski adresime yürürüm,
Artık hiç birini tanıyamam,
Gençliğimin tanığı,
Duvarları, sokakları.
Merdivenlerini ucundaki,
Artık orada bulunmayan atölyemi ararım.
Yeni dekoruyla Montmartre artık hüzünlü,
Leylaklar da ölüdür.

Bohem, bohem, bizler genç, bizler çılgındık,
Bohem, bohem, bu artık hiç bir şey ifade etmiyor.

===

La bohème

Je vous parle d'un temps
Que les moins de vingt ans ne peuvent pas connaître
Montmartre en ce temps-là accrochait ses lilas
Jusque sous nos fenêtres et si l'humble garni
Qui nous servait de nid ne payait pas de mine
C'est là qu'on s'est connus
Moi qui criait famine et toi qui posais nue.

La bohème, la bohème.
Ça voulait dire on est heureux
La bohème, la bohème.
Nous ne mangions qu'un jour sur deux

Dans les cafés voisins
Nous étions quelques-uns
Qui attendions la gloire et bien que miséreux
Avec le ventre creux
Nous ne cessions d'y croire et quand quelque bistro
Contre un bon repas chaud
Nous prenait une toile, nous récitions des vers
Groupés autour du poêle en oubliant l'hiver

La bohème, la bohème,
Ça voulait dire tu es jolie.
La bohème, la bohème,
Et nous avions tous du génie.

Souvent il m'arrivait
Devant mon chevalet
De passer des nuits blanches
Retouchant le dessin
De la ligne d'un sein
Du galbe d'une hanche et ce n'est qu'au matin
Qu'on s'asseyait enfin
Devant un café-crème
Épuisés mais ravis
Fallait-il que l'on s'aime et qu'on aime la vie.

La bohème, la bohème,
Ça voulait dire on a 20 ans
La bohème, la bohème,
Et nous vivions de l'air du temps.

Quand au hasard des jours
Je m'en vais faire un tour
À mon ancienne adresse
Je ne reconnais plus
Ni les murs, ni les rues
Qui ont vu ma jeunesse
En haut d'un escalier
Je cherche l'atelier
Dont plus rien ne subsiste
Dans son nouveau décor
Montmartre semble triste et les lilas sont morts.

La bohème, la bohème,
On était jeunes, on était fous.
La bohème, la bohème,
Ça ne veut plus rien dire du tout.


Comments

Popular posts from this blog

Bawitdaba

The Best Is Yet To Come

Drift Away